Türk Ekonomisinin Kalıcı Yükselmesi İçin Nasıl Bir Eğitim Anlayışı Düşünmeliyiz?
- Kani Fatih Turhan
- 27 Ara 2024
- 15 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 2 Oca

Evet, yukarıdaki görselde yılın ilk çeyreğinde %5.7 büyüdüğümüz belgelenmiş. Bu görseli şahlanıyoruz veya büyüyoruz demek için eklemedim. Pozitif düşünce ile enerji almanız için seçtim. Gerçekleri hepimiz yaşayarak biliyoruz. Ancak moraller yüksek olmalı ki, bu durumdan kolayca çıkalım. Motivasyonumuz tamam ise, başlıyorum.
Üzerime düşeni her zaman yaptım, şimdi de yapmak arzusuyla fikrimi paylaşıyorum. Merak etmeyin herkesin anlayacağı dilde, rakamlara boğmadan sade bir dil ile çözümlerimi sunacağım. Ayrıca yeni bir ekonomi modeli de sunmayacağım. Onun henüz vakti var. Biz yeterince gelişmedik. Gelişince tartışırız. Mevcut sistemle ilerleyelim.
---------------
EKONOMİDE SORUN YAŞAMAMIZIN TEMEL NEDENİ
Yanlış eğitim politikaları,
Veri okuyamama,
Kurumlar arası iletişimsizlik,
Doğal kaynaklar,
Üretimsizlik,
Adalet kaygısı,
Pahalılık, yüksek enflasyon.
Teknoloji ithalatı,
Küresel marka yaratamamak,
İşsizlik,
Düşük gelir,
Liyakatsızlık,
Kamu harcamalarının doğru yönetilmemesi,
Dış borçlanma,
İç borçlanma,
Bireysel borçlanma,
Doğal afetler,
Savaş,
Beyin göçü,
Niteliksiz tersine göç,
Yukarıdan aşağı her şey birbirini zincir halinde etkilemektedir. Siyasi istikrarsızlık yok ama yukarıdaki maddelerin bir tanesi doğru çalışmayınca, zincirleme hepsini etkiliyor. Yukardan aşağı döngü bir daire çiziyor ve toparlanamaz bir evrime giriyor. Bugün AKP yönetiminin tüm tuşlara dokunmadığını söyleyemeyiz. Yanlışı bile bile sürdürürseniz, adım adım gelir.
Hükümet ilk nerede hata yaptığını gayet iyi biliyordur. Lakin bilmeyenlere açıklayım; eğitim değildi. İlk adaletten tökezlemeye başladılar. En son eğitimi kimlere teslim ettiğimiz de gayet açık. Ancak bu noktaya adım adım geldiler.
Yukarıdaki saydığım hiçbir madde para politikalarının etkisiyle düzelmez. Para politikaları bu maddelerden etkilenir ve zinciri tetikler. Muhalefetin yıllarca düştüğü tuzak burasıdır. Belki de kaçmak için bunu bahane ettiler, bilemiyorum. Ve gördüğünüz üzere eğitim her şeyin başı! Sayın Mehmet Şimşek'in her şeyi istediği gibi yapamadığı söyleniyor. Doğruysa, bunu AKP yönetimi kendisi için yapmasa daha iyi olur. Bizi düşünmediklerini biliyoruz. En azından bencilliği ile tanıdığımız bu kafalar şanına yakışır biçimde uyarımızı dikkate alsınlar. Bugün ki konumuz eğitim ama harici konularda yüzlerce uyarı da bolca mevcut.
EĞİTİM
Yanlış Eğitim Politikaları:
Şimdi ekonomi ile eğitimin ne ilgisi var? Konuya temel eğitim seviyesinden bakarsak: yani ilköğretim ve lise düzeyinde, ülke olarak, sizin rekabetçi bir anlayış mı, ya da paylaşımcı bir toplumu mu benimsediğinizi gösterir. Bu tercihler eğitimin kalitesiyle alakalı değildir. Toplumun verimli saniyleşmesi için etki gösterir. Buna göre üretken veya edilgen bir yönetim tavrı tercih edersiniz.
(Not: literatürde paylaşımcı eğitim, ortak eğitim olarak tanımlanmaktadır. Lakin bence yetersiz bir tanımlamadır. 'Paylaşımcı' ifadesi bugün koşullarında daha doğru geliyor. Kapsamını da daha geniş ele aldığımı farkedeceksiniz.)
Topluma kültürünüz ve devlet sisteminiz bu seçiminizle birlikte öğretilir. Toplumsal karakteriniz de bu çerçevede gelişir. Burada öğrendikleriniz bundan sonraki yaşantınızda değiştirilmesi zor bir süreç yaratır. Bu sebeple güçlü, büyük veya akıllı devletler uzun soluklu plan ve hedef belirler. Eğitim politikaları sürekli güncellenir ancak olağan üstü bir durum gözetmedikçe yöntem kolay kolay değişmez.
Rekabetçi bir kültürde, yarışan bir eğitim modeli kurgulanır. Topluma olmayan şeyi verirsen daha çok verim alırsın anlayışı da hakimdir. Önde olmak, bayrak teslimi esastır. Paylaşımcı bir sistemde toplum, iyi olduğu alanda daha iyi olmaya odaklanılır. Yetenek öndedir. Tamamlayıcılık esastır. Aslında burası sizin hangi seviyede sanayi tipinde öne çıkacağınızın kararını verdiğiniz kritik bir noktadır. Rekabetçi eğitim anlayışı size her alanda sınırsız varlık göstermenize imkan tanır ancak hiçbir zaman bir konuda net öne çıkamazsınız. Ya da daha zordur. Paylaşımcı eğitim anlayışında ise, her konuda öne çıkamazsanız dahi çıktığınız noktada da mutlak lider olursunuz. Ya da daha kolaydır. Örneğin; tarım odaklı sanayileşme için, veriminizin yüksek olacağına inanıyorsanız paylaşımcı eğitim modeli mükemmeldir. Diğer alanlarda azınlıkta kalsanız da yine insan yetişir ama ülkeyi kalkındıran tarım olur. Tüm yan alanları bu çerçevede kurgularsınız. Edilgen tavır sergilemenizde sakınca yoktur. Teknoloji merkezli bir sanayileşme de rekabetçi anlayış daha verimlidir. Sürekli yenilenme vardır ve edinilen bilgi zamanla eskiyerek bir devinim yaratır. Toplum farklı zamanlarda, farklı özellikleriyle öne çıkar.
Bizim sistemimiz AKP öncesi de rekabetçi bir anlayıştaydı. Hatta Cumhuriyetten itibaren bu gelenekteyiz diyebilirim. Çünkü köy enstitüleri aslında olması gereken rekabetçi eğitim modelininde çok güzel bir örneğidir. Lakin ne model aynı mantık ile sürdü, ne de zamanın ekonomi politikası aynı amaca hizmet etti. Ayrıca, esasında başta edinilen ekonomik kazanımların sürdürülememesinde; zamanın ekonomi politikası ile birlikte bu anlayıştan vazgeçmemizde etkili. Edilgen ekonomi anlayışı öne çıkarken, rekabetçi eğitim aldık. Maalesef bu gelenek sertleştirilmiş bir seviyede hala devam ediyor.
Doğru bir yaklaşım mı? Toplum yapımız gösteriyor ki hayır. İşte AKP bu kısmı doğru okuyamadı. Asıl odaklanması gereken, sistemde sorgulanması gereken soruyu hiç sormadı. Sözde, 'CeHaPe yönetimi' diyerek eleştiri yaptı ama Demokrat Partiyle körüklenen aslında o tarihte değişmesi gereken meseleyi es geçti. Toplumun kültürüne, geleneklerine, odaklandı. Ve üzücüdür ki, bunu yaparken de; hem geleneklere, hem kültüre hem de temel bilimlerdeki insan kaynağına bilerek veya bilmeyerek zarar verdi.
Rekabetçi eğitim anlayışında anne-baba çok önemli etken. Çocuğun süreçte anne babayı destekçi görmesi temel ihtiyaçtır. Yetişme evresinde onları kopyalaması ve yetişkinliğe girişte meydan okuması süreçte beklenen adımlar. Kuşak çatışmalarımızın altındaki neden olabilir. Üretken ekonomi politikasında bu iyi bir şeydir. Bu anlayış ayrıca kesinlikle milli bir program olmak zorundadır. Sistemin üretken ekonomide marka yaratma yeteneğinin gelişmesi açısından hayati zorunluluktur. Elbet her sistem millidir, burada vurgulamak istediğim ortak değer, kültür gibi ayrıştırıcı, temel unsurlardır.
Rekabetçi eğitim tekildir. Zorlu piyasa koşullarında bireyin ayakta kalması hedeflenir. Ağırlık ezbere dayalıdır. Paylaşımcı eğitim ve literatürde farklılaştırılmış eğitim olarak geçen, kişiye özel eğitim modeli daha çok mantık ağırlıklıdır. Çünkü bireyler yarışmaz, gerekeni yapar. Marka yaratmak için ayrıştırıcı etkenlerden çok kalite ve güven önceliktir. Rekabetçi eğitimde sorumluluk duygusunun önünde adil olmak vardır. Paylaşımcı eğitim anlayışında sorumluluk öndedir. Farklılaştırılmış eğitim modeli daha bireysel olduğu için, şimdi pek konumuz değil, ilerde daha açık belirteceğim ama o modelde de ihtiyaç önceliktir.
Edilgen toplumlarda rekabetçi anlayış sanıldığı gibi istikrar getirmeyebilir. Karekter olarak hırslı olmanız sizin rekabete açık olduğunuzu gösterir ancak yaratıcılık, risk yönetimi, esneklik ve yüksek hukuk anlayışı hakim olmalıdır. Edilgen diyorum. Çünkü eğitim anlayışında, hatta karakterde rekabet önde olsa da, devletin ekonomi politikaları tam tersi noktada gelişmiş. Büyük bir çarpıklık. Kurucu akıl toplumu eğitim ile paralel yönlendirirken, ardından gelenler ikisini birbirinden bağımsız yorumlamış. Bu sebeple biz, hala yedek parça imalatından öteye gidememişiz. Bu yüzden emlak zengini yaratmışız. Bu yüzden hizmet odaklı yatırım yüksek oranda.
Kısaca, eğitim sistemi ile toplumun davranışında taban, tavana zıtlık var. En son olarak, çok sevdiğimiz rekabetçiliğimize eğitim sanayileşmesini de ekledik. (Sanırım bu kavramı ilk ben kullanıyor olabilirim. Neyse bunu duyunca hatırlayın beni. :))
Bu durum düzeltilebilir mi? Eğer bugüne kadar uygulanan eğitim modeline yatkın ekonomi hamleleri yapılırsa, sistem anlayışının değişmesine gerek yok. Ya da tersi olmalı.
AKP'nin Hemen Öncesi Eğitim:
AKP hükümeti gelmeden önceki temel eğitim sisteminin son meyvelerinden biriyim. Aslında bizim kuşak; kendi kuşağım diye demiyorum, dünya genelinde en son yetişen, kaliteli eğitim almış kuşaktır. Hangi anlayışta olduğunun bir önemi yok. Çünkü okuma hastalığımız var. Lakin AKP bizi ya harcadı, ya sattı veya kullanamadı. Çünkü en verimli dönemimizde, çoğumuz saçma sapan konumlarda ve görevlerde zaman tüketiyoruz. Çoğumuz olması gereken yere ulaşamadı.
Bize 'Y kuşağı' diyorlar. Çok mükemmel eğitim aldık mı, hayır. Daha iyisi olabilirdi ama bizden daha kötüye gidince, ne diyebilirim ki.. Bir de Türkiye'de!
1989 doğumluyum. Bizimle birlikte internet doğdu. Berlin duvarı yıkıldı. Sınırları tanımayan, bilgi ve iletişimin geliştiği, dünyayı köy haline getirmesi planlanın bir nesildik biz. Yeni dünyayı inşa etmek kaçınılmaz görevimizdi. Nitekim etkili de olduk. Bugün birçok gelişme bizim zorlama yönlendirmemizle gelişti. Bazı toplumsal hastalıklarda sayemizde türedi. Bu hastalıklarlar biraz ahlaki gelişmişlikle de alakalı. Din değil, ahlak! Bu sebeple teknoloji ve bilgi herkesle paylaşılmamalı. Yönetimi de ele alamadık. Problemimiz bu. Şansımız da, AKP iktidar oldu. İyi mi, kötü mü siz söyleyin.
Bizim zamanımızda imam hatip okulları yaygın değildi. Meslek liseleri ve düz liseler yaygındı. İmam hatipler meslek lisesi konumunda değerlendiriliyordu. Anadolu liseleri, anadolu fen liseleri zeki veya inek diyeceğimiz okuma rahatlığına sahip, yine de zeki arkadaşlarımızın girebildiği az sayıda okuldu. Bu grupta anadolu liseleri daha yaygındı. En önemli özellikleri yabancı dil eğitimiydi.
O zaman halk, lise mezunu olduğunda iş bulabiliyor, herkes üniversite mezunu olmadığı için, meslek lisesi mezunu olduğunda yönetici bile olabiliyordu. Okullar daha mı kaliteliydi, sanmıyorum. Öğretmenler çok özeldi, bu konuda kimsenin hakkını yiyemem.
İş dünyasında yetenek daha ön plandaydı. Eğitim sisteminde olmasa da, en azından çıktı olarak, iş yerlerinde liyakat olduğunu söyleyebilirdik. Yine iş yerlerine torpille alım yapılırdı, ancak işin başına geçmek öyle basit bir konu değildi. Okumuş insanın bir değeri vardı.
Sanırım ahlaksızlık, bir noktada başlayınca kanser gibi tüm hücrelere sirayet ediyor. İş almak için torpilin tadını alan işveren, çalışanında eğitim değil, güven aramaya başladı. Bunun sebebi yolsuzluğu gizlemekti. İşte o güvenilir kişi de, yağcı, en yolsuz kişi olurverdi.
AKP Sonrası Yanlış Eğitim Politikaları:
Yanlış diye başlıklandırdım çünkü şimdi kabul edeceksiniz ki baştan aşağıya yanlış. Hatta nereden tutsak elimizde kalıyor. İlk yanlışını yukarıda ifade ettim. Sorulması gereken soru neydi? 'Edilgen ekonomi anlayışı öne çıkarken, rekabetçi eğitim verilmeli mi?' ya da 'Rekabetçi eğitim anlayışı benimsenmişken, edilgen ekonomi öne çıkmalı mı?'.
(Not: Bu arada yine literatürde 'edilgen ekonomi' diye bir kavram yoktur. Bunu da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde edindiğimiz sonuç çıktısını tanımlamak için kullanıyorum. Üretken ekonomi politikasının zıttına üretemeyen ekonomi demek pek yapıcı bir ifade değil. Aynı şekilde paylaşımcı eğitim biçimindeki sınıflandırma da, teknik olarak farklı bir kavram olarak geçmektedir. Karşılığı 'Ortak Eğitim'dir. Tüm tez boyunca mantığı anlamanıza odaklıyım. Literatüre bu kavramlar yerleşir mi bilemem, bildiğim hastalığı doğru teşhis etmek gerektiğidir. Artık gerisini sevgili akademisyenlerimiz veya bu alanda kariyer düşünenler düşünsün.)
Nerede kalmıştık, AKP gelince mezun olduğum meslek lisesi dahil, çoğunluk okul imam hatip lisesi oldu. Yetmedi benim sekiz sene kesintisiz okuduğum İsmail Hakkı Uludağ İÖO gibi ilköğretim okulları da imam hatipe dönüştürüldü. (O değilde, mezun olduğum her okulu dönüştürmüşler ya.) Her yerde bir anda imam hatip türemesi haliyle kaçınılmazdı.
Bunun adı karşı devrimdir. Ancak konu eğitimin önemsenmesi ve ekonomik kaygılarla alakalı değildir. İdeolojik saplantı, kişisel duygunun işe karıştırılması, nasıl yorumlarsanız yorumlayın, bilimsellikten ve akıldan uzak, saçma sapan bir devrim olduğu kesin.
2003 yılından önce düşünün 450 adet imam hatip okulu, 71.100 mezun varken, 2011-2012 eğitim döneminde bu sayı 300.000 mezun ve 572 okula çıktı. Böylece meslek liselerinde madurlar bahane edilerek kat sayı farkı da kaldırılmış oldu. Aslında bende ticaret meslek lisesi mezunu olduğum için bu madurlar arasındayım. Radyo sinema ve televizyon okumak varken, ekonomi eğitimi almak zorunda olmak benim yaramdır. Sırf imam hatip mezunları engellensin diye bu saçmalığa bir dönem imza atanları da ayrıca (söverek) tebrik etmek lazım.
Neyse ki teknoloji çağındayız. Sinema ve televizyon okumamış olmam, kariyerimde pek sorun yaratmadı. Bu meslekte kendimi geliştirecek imkanlara ulaştım. Ekonomi okur yazarlığı da kar oldu. Lakin imam hatip okulları nedeniyle kurban olan, meslek liseleri, bu sefer imam hatip okullarının kurbanı oldu. Nereden tutarsan elinde kalır. Ayrıca laik bir ülkede bu okullarda din eğitimi veriliyorsa, hepsi öğretilmeli. Sadece imam yetiştirilmesi bana başka soru sorduruyor. Amaç azınlık okullarına yeniden imtiyazlar tanıyarak yeni bir azınlık politikası mı türetiliyor. Her ne amaçla olursa olsun gündemin böyle aptal noktalarda meşgul tutulması bizi bir adım ileriye götürmeyecek. Neye odeklanmamız gerektiği açıkça ortada. Dünya markası yaratmak için, hangi anlayış bize uygun?
Diğer bir hataysa üniversite sayısının kontrolsüz artmasıydı. Herkesin akisne üniversitelerin artması, bireylerin elenmeden, sosyal yeteneklerinin gelişmesine ve yeni ekonomiler yaratmasına karşılık geldiği için itiraz edeceğim durum değildir. Kontrolsüz kabul etmemin sebebi, ilerde bu konuyu özellikle açacağım 'veri okuması' yapmadan, bir anda artırılmış olmalarıydı. Oysa kurulan kurumların en önemli görevi veri geliştirmek ve veri üretmek. Bu o kadar önemli bir meseleki; sanayinin markalaşması, kamu harcamaları, ihtiyaç tespiti, beyin göçü, bilgi ticareti gibi bir çok başlığın problemlerini çözüyor. Bunu sağlayacak kurumu, veri okuması yapmadan, plansız uygulamaya koyuyorsunuz. Vahim. Ancak üniversite denilen kurumu üniversite yapan etken yine sadece kendisidir. Kendi akademisyenini, araştırma görevlisini üretemeyen üniversite, üniversite değildir. Mezun kültürü geliştirememiş bir üniversite üniversite değildir. Özgün araştırma yapmayan, veri üretmeyen ve en önemlisi teknoloji geliştirmeyen veya türetmeyen üniversite üniversite değildir. Kaliteli eğitim kadronuz yoksa bu işe girişmemeniz gerekir. Ya da cumhuriyetin ilk yıllarında ikinci dünya savaşı fırsat olarak değerlendirilmiş, dışardan beyin göçü alacak konumda olmalısınız.
Eğitimin devlet sorumluluğunu terk ederek, özel hale gelmesi, okulların coğrafyalarında bir ekonomi alanı yaratması kulağa hoş gelebilir. Bu cazibeye yenildiklerini itiraf ediyorlar da. Peki neden kontrolsüz artış tepkiye yol açtı? İhtiyaç fazlası meslek sahibi türedi. Lise diplomalarını geçtim, üniversite diplomaları değersiz bir noktaya geldi. Plansız açılan bölümler, geçersiz mesleklerden işsiz ordusu yarattı. Geçersiz meslek konusunun da iki tarafı var. Birincisi, bireyin mezun olduğu alanda henüz hiç iş sahası oluşmamış olabilir. Okul sanayinin önündedir. Bu çok nadir oluyor bizde. Diğer taraftaysa eskide kalan, mezunu bol bir meslek gurubunu tercih edilmiştir, bundan işsiz kalınmıştır. Bu problem sadece üniversite sayısını sınırlı tutmakla değil, ekonomi politikasıyla da düzeltebileceğin bir konudur. Çünkü sorun basit, mezun var, iş yok. Muhalefet iktidara gelirse bu okulları kapatacağını söylüyor. Yerlerinde olsam; kadroların niteliğini artırarak, okulların sayısına değil verilen eğitim kalitesini artırmaya odaklanırım.
Üniversite, sanayi ve startup birlikteliği tam olarak bu noktada devreye giriyor. Bunun en iyi örneği kendi projem Aytunga, bize önce Nişantaşı Üniversitesi sahip çıktı. Biz burada ilk arayüz protipini canlıya aldık. Etkinlikler organize edip topluluğu büyüttük. Eğitimler sattık. Okuldaki öğrencilerle birlikte çalıştık. Pandemiye kadar da bunu sürdürdük. Pandemi sonrası dönemin koşullarına uyum sağlayarak karşılıklı strateji değişikliğine gittik ve artık okul içinde ihtiyaç meydana gelmediği için, sadece BTM'de yatırım almayı bekledik. Üniversite ile ilişkimizi kesmedik. Yine de hala ihtiyaç durumunda desteklerini esirgemiyorlar. Böyle de olmalı ama her zaman maalesef böyle olmuyor.
Şimdi bir üniversite, bir de şirket örneği vereceğim. Bu bakış rekabetçi eğitim alan toplumda, edilgen ekonomi politikası yürütüldüğünde oluşacak sonuçlarına çok güzel bir canlandırma olacaktır;
Projemize bazı üniversiteler de sahip çıkacakları yere, fikri çalıp, kendilerine hibe almaya çalıştılar. Bunu gördüm. Çalan akademisyen mi, okul mu bilmiyorum. Sonuç, çaldılar. Neyse ki fikrin sahibi, asıl beyin benim, tanımlama aynı olsa da işlevsellik çok başka noktada gelişti. Ve battılar veya batırdılar. Oysa o üniversite bizimle çalışsaydı, biz de onların öğrencilerini istihdam etseydik, hatta geliştirdiğimiz teknoloji ile eğitim alanında onlara da öncü nitelik kazandırsaydık, uluslarası deneyim fırsatı sunsaydık çok iyi olmaz mıydı? Şüphesiz olurdu. Bu sadece eğitimin çıktısı değil, akademideki durumumuza ve kaynakların nasıl yanlış yönlendirilerek harcandığının da göstergesidir.
Özel sektörde nasıl yaşandı? Orayı bir nebze anlarım ama büyük büyük şirketler, eğer üretim ekonomisi politikasında olsalardı, kurumiçi akademilerini zaten kurmaları beklenirdi. Buna tenezzül etmez ve dış projeleri de bünyelerine entegre ederek büyümekten asla çekinmezlerdi. Türkiye'de yolsuzluğu yapan, enflasyondan beslenen asla küçük esnaf değildir. Türkiye'de meydana gelen en büyük ihanet, devletin koruduğu büyük şirketlerde meydana gelmektedir. Neden böyle? Çünkü devletin üretime zorlayan bir ekonomi anlayışı yok veya devlet bu konuda şirketlerin önünü kesecek kararlar alıyor. Onlarda ayakta kalmak için yolsuzluk yapıyorlar. Biz devletin önlerini kesmediğini düşünelim. Kurumiçi akademileri yok muydu da fikir üretmek yerine çalmayı seçtiler? Sorsanız 'sözde' var derler. Türkiye'de kurumiçi girişimcilik, devletten hibe alabilmek için firmaların yalandan yapıyor gibi gözüktüğü uygulamadır. Hani fırsat eşitliği, liyakat!
Bizi ilgilendiren problem de kurum çalışanları, kurumiçi yatırım primi almak fikir üretemiyor, bu şekil reklam, tanıtım faaliyeti gibi veri toplamak için yarışmalar düzenleyip fikir çalıyorlar. Yarışmada 500 başvuru geliyorsa, üç ödül veriliyor. Geriye kalan 497 fikrin ne kadarı mantıklıysa şirkete kalıyor. Rekabetçi ama üretkenlık yok, tamamen edilgen. Çalmak yerine üniversitelerle eğitime katkı sağlayıcı bir biçimde gidilse ne güzel olurdu. Amaç üretmek değil. Şimdi üretken bir ekonomi politikası uygulansaydı, adil ve liyakat odaklı bir anlayış olsaydı bunlar yaşanır mıydı? Yaşanmazdı. Devlet üretim odaklı ekonomi anlayışında kime yatırım yapması gerektiğini tespit eder. Veri okuması yapardı. Koca koca şirketlere para aktarmaz, dipten geleni desteklerdi. Hatta bunu devlet hazineden değil, şirketler üzerinden, vergiden muaf tutmdan yapardı. Böylece yaşlanmazdı. Biz hızla büyür, böyle bir ucuzluğun doğmasına da izin vermezdik. Bu şirket bize yatırım yapsaydı, biz ürünü onların çalışanıyla birlikte geliştirseydik, çalışanlarını da eğitseydik, onlar da bize entegre olabilecek başka bir fikri temsil etseydi, kötü mü olurdu? Üretim ekonomisi.
Ancak üretken ekonomi politikası olmadan, rekabetçi anlayışla yetişen bir toplum böyle çapsız bir edilgenlik örneği sergiler. Size tüm karşılaştığım ayıpları yazsam eminim ağlarsınız. İlerde başka örneklere de muhtemelen denk geleceksiniz. İşte bu kötü örnekler, bizim küresel marka yaratamamızın sebepleridendir. Yıkıcı-yenilikçilik diyoruz. Neyi yıkıp, yeniliyor, devrim yapıyoruz veya devrime uyum sağlıyoruz!
Şirketlerin CEO'ları yüzbinlerce lira maaş alıyorlar. Startuplara yatırım yapmak için şart koştukları soru nedir sizce? Satış yaptın mı? Satış yapan bir girişim, yatırım almak için size gelmez. Siz onların peşinden gidersiniz. Her startup birden gelir getirecek diye kural yoktur. Ar-ge odaklı işlerde senelerce gelir modelini oturtamaya biliyorsunuz. Bazen her şey yolunda gidiyor ama ekipten biri dayanamıyor, tanıtım yetersiz kalıyor, piyasa için doğru zamanı beklemek gerekebiliyor veya donanımlarda acil nakit ihtiyacı doğabiliyor. Bunlar hep maaliyet. Edilgen ekonomi politikası hakim diye boşuna söylemiyorum. Ceo, ceo olsa bu soruyu, bir startupa sormaz. CEOnun soracağı iki mantıklı soru var: rakiplerinden farkın ne? Neye ihtiyacın var? Bu iki cevap her şeyi tamamlar. Startup girişimcileri potansiyel ceolardır. CEO olmak için kendimizi yetiştiririz. Projemiz için bunu gerçekleştirmek zorundayız. Bir girişimci her zaman para için değil, bazen tecrübe ve bilgi için de ortak arayabilir. Hazıra konma isteği ve açgözlülük. Rekabetçi eğitimi başarıyla geçtik ama ekonomi politikasında kaldık. CEOlar da eğitimli değil, genelde torpilli.
Çok konuşulan meslek lisesi artmalı meselesine gelecek olursak, ben şahsen o yaşlarda bir bireyin meslek seçmek için uygun bir yaş grubunda olduğunu düşünmüyorum. Eğer bu sistem güçlendirilmiş biçimde gelecekse, ilkokul öncesinde çocuk doğru yönlendirilmeli ve bu çocuklar rekabetçi anlayışın dışında yer almalılar. Aksi halde mutsuz bir birey, sadece maaş almak ve zevk için parasını harcamak adına yaşamını sonlandıracak. Böyle bir birey vergi ödemekten başka toplumsal bir fayda sağlamasını beklemek ucube bir durum. Bu sistemde ideal olan yine üniversite çağına kadar kalıcı meslek seçmemek koşuluyla kişiye dayalı farklılaştırılmış eğitim olmalıdır. Birey lise sonrası meslek yüksekokuluna, dilerse yüksek lisansa gitmelidir. Sınırlı sayıda, ihtiyaç odaklı kurgulanmalıdır. Ara eleman meselesi de bence okullarla lakalı bir konu değil. Birey ve yetkinlikleri ile alakalı. Siz istediğiniz fakülteyi bitirin, istediğiniz doktora lisansını edinin ben zaten kendimi geliştirdiysem bilgimle sizin üzerinde konumlanırım. Hangi okuldan mezun olursanız olun, bu asla değişmez, liyakat varsa. Yeni çağda üniversiteler ar-ge, tez, kavram üretmek veya türetmek ve veri biriktirmek için ihtiyaç. Bireysel açıdan da sosyalleşme ve ekonomi unsuru. Küresel düzeyde donanımlılık ifade etmek için de hala geçerli sayılır. Burada şirketler zaten kendi sınavlarını yapıyorlar.
Gelecek teknolojilere uyumluluk ve bu alanda rekabetçi eğitim noktasında da çok iyi bir durumda değiliz. Teknoloji kültürlerinden sadece biri olan; 'yapay zeka' alanında bile kavga eden eğitmenlerle karşı karşıyayız. Öğretmenlerin yabancı dil bilgileri çok düşük oranda. Kavram, tez ve iddia üretebilecek donanımda çok az akademisyen bulunuyor. Yenilikleri takip eden konumda fena gözükmüyor olsak da, üretmek noktasında zayıfız. Edilgenlikte işte tam burada başlıyor. Üretkenlik merkezli bir eğitim olmadığı için, üretkenlik odaklı sanayi kuramıyoruz. Bu üretken muhalefet ve iktidar özelliğinin de gelişmemesini sağlıyor. Üretken muhalefet garip gelebilir, uygulayıcı muhalafet anlayışı. Bunun içinde üretebilmeleri, tez geliştirebilmeleri gerekiyor.
Cumhuriyet bağımsızlık demektir. Özgür ve özgün ruhun yönetim anlayışıdır. Biz toplum olarak statü hakimmiş gibi davranıyoruz. Örneğin benim zamanımda ilköğretimde sınıf başkanını öğretmenin belirlerdi, belirli bir barajı (not ortalamasını) geçen öğrencilerden seçilirdi. Ben de bunlardan biriyimdir. Ancak lider sınıfın seçtiği kişi olmalıydı. Bu durumda da üniversitede kulüp başkanı seçilmem göz önünde olursa başarılı olabilirdim. Çünkü eşit değil, adilim.
Şunu da özellikle ifade etmeliyim, bu çok önemli: Ben yenilikçi-yıkıcı bir teknoloji kültürünün küresel bir marka temsilcisi olmaya çalışıyorum. Yıllarımı bu hedefe harcıyorum. Üstelik ürettiğim proje fikride tam olarak, yeni nesil eğitimle alakalı. Bu teknolojileri geliştirirken veya pazarlarken bazen kavram sorunu yaşıyorum. Yurtdışındaki ismi veya tanımı ya bizim için yetersiz, ya da böyle bir kavram ihtiyacı onlarda henüz gelişmemiş. Bu durumda kendi ülkemizdeki akademik kaynakları taradığımda maalesef yeterli düzeyde makale bulamıyorum. Reklamcıların literatürde teknoloji kültürüne zarar verebilecek, tüketim odaklı içeriklerinden başka bir şey karşıma çıkmıyor.
Diğer bir konu da, bu teknoloji kültürlerinden kötü niyetli veya cahil cesareti ile prim kasmak isteyenler; özellikle bundan faydalanmak amaçlı yanlış bilgi yayıyorlar. İnsanların kafasını karıştıryorlar. Genelde reklam camisında oluyor. Kültürü anlamadan, bilimsellikten uzak yayılmış bilgi, nitelikli akademik bilginin yanında azınlıktadır. Üzücü durum, çok vahim bir konu, akademisyenler de bu zehirlenmelerden etkileniyorlar.
Teknoloji üreten benim, fikri yayan ve kullanıma sunan benim. Daha ben büyümeden (sermayeye ulaşmadan) zehir dağılıyor ve dolandırıcılara da fırsat doğuyor. Onlar ben müşteriye ulaşmadan önce iletişime geçebiliyorlar. Sonra ben gerçeği ifade ettiğimde hayal yıkan ve karşısındakini aptal gibi hissettiren olduğum para kazanamıyorum. Rekabet edebilecek sermaye gücüm olsa bu sorunları elbet aşarım. Ancak çok yeni alanda, yıkıcı bir kültürde üstelik yatırım almamışken ve kendin tanımlarken zorluk yaşıyorken; aynı anda hepsiyle baş etmek imkansız. Burada akademinin koruyucu olması gerekiyor. Ama yok.
Bu nasıl sonuç doğuruyor? Bizim gibi ar-ge merkezli, risk yatırımlarının hayatı, kültürün doğmadan ölmesi sonucu batarak sonuçlanıyor. Yani bu zehirli kafalar prim kasacaklar diye bizim henüz doğmamış işimizi batırıyorlar. Yanlış algı ve beklenti doğmasına sebep oluyorlar. Bazen bunu, yabancı rakiplerimiz bilinçli yapıyorlar. Kara propaganda olarak. Bu milli güvenlik politikalarında ne kadar yer ediyor bilmiyorum, lakin acayip derece sinirimi bozduğunu söyleyebilirim.
Türk Ekonomisinin Kalıcı Yükselmesi İçin Nasıl Bir Eğitim Anlayışı Düşünmeliyiz?
Evet buraya kadar geldiyseniz tahminimce içiniz şişmiştir. Şimdi sizi rahatlatayım. İyi olan şeyleri hiç anlatmadın demiş olabilirsiniz. Kötü olan bir çizelgede arada doğru adımlar olabilir ancak bu bütünü temsil etmez. Bahsettiğimiz konu koca bir ülkenin eğitiminden başalayarak tüm hayatını etkiliyor. Hatta nesiller boyunca devletin devamlılığını etkiliyor. Yapılan hatanın maaliyetini yaşarak ödüyoruz, ödedik. Herkes sorundan bahsediyor ama hastalığı net tanımlayamıyor. Bu tanımlamayı dilim döndüğünce hepimizin anlayacağı dilde yapmaya çalıştım. Şimdi nasıl eğitim politikası savunduğumu anlatacağım.
Eğitimin içeriğinde milli değerler, kültür, tarih, dil gibi toplumsal bütünlükten vazgeçilmesi fikri bana pek sağlıklı gelmiyor. Kimlik zırhtır. Siz unutsanız da dünya unutmaz. Şirketlerin devletleştiği, devletlerin şirketleştiği ortamda insanların bir arada kalarak birbirine sığınabilmeleri geleceğin en önemli konularından biridir.
Ülkemizin ticari serüveninde rekabetçi olamadığı uluslararası sonuçlarda açıkça görülmektedir. Türkiye sosyal olmaktan vazgeçebilecek bir ülke değil. Keşke bunu da doğru uygula. Uygulasaydı, fırsat eşitliği ile yetenekleri öne çıkararak açığını kapatır, şimdi bunu tartışıyor olmazdık. Edilgen politikalar, dış yaptırımlar nedeniyle mi hayata geçiyor bilemiyorum ancak bildiğim bu politika denkleminde bizim paylaşımcı bir eğitim anlayışı geliştirmemiz gerektiğidir. Bireylerin empati ve tamalayıcılık yeteneğinin gelişmesi kesinlikle şart.
Yüzde yüz paylaşımcı veya yüzde yüz rekabetçi bir anlayışı da savunmam mümkün değil. Paylaşımcı eğitim modelinin ağır bastığı, kişiye bağlı rekabetçi bir eğitim modeli kurgulanabilirse harika olur. Farklılaştırılmış eğitimde bu çemberin dışında kalmamış olur. Paylaşımcı eğitim sisteminde sınav yoktur. Yarış yoktur. Ancak biz oyunlaştırma ile rekabetçi özelliği de besleyecek bazı özel kişilerin öne çıkmasına yardımcı olacak bir denge kurmalıyız. Dünya da dengelerin değişmesi ve bizim esneklik gerektiren durumlar meydana gelebilir. İçinde olduğumuz coğrafyanın güzellikleri kadar sıkıntıları da çok. Bunu her bireye olmasa da etkili bireylere verebilmemiz önemli.
Küresel ve yerel ekonomiyi anlamak, bolca pratik ve uygulama yapmak, yeşil endüstri, teknoloji okuryazarlığı, yaratıcı düşünme, problem çözebilme, yaşam boyu öğrenbilme, sosyal sorumluluk, üretken girişimcilik gibi konularda yetenek sahibi olmak her birey için, tüm sistemler için kaçanılmaz eğitim içerikleridir. Günümüzde bunların hepsinde hakim olmasakta bu konularda duyarlı olmak ve planlarımızın parçası halinde olmak zorunluluk haline gelmiştir.
Tüm bunlar uzun vadeli sonuç verecek hamleler. Alınan karar ile politikaların zamanlamalarını doğru ayarlamak iktidarlar açısından hayati sorumluluktur.
Öneri, eleştiri ve tavsiyelerinizi duymak beni mutlu eder. Kavramlar hakkında dediğim gibi kimsenin kafasını çok karıştırmadan, her zeka ve seviyeden bireyin anlayacağı biçimde durumu anlatmaya çalıştım. Savunduğunuz görüş ne olursa olsun artık ekonomi ve eğitimin ne kadar iç içe olduğunu hep beraber gördük. Bu konuyu işim gereği daha çok açacağım. Diğer başlıklara da ekonomistler devam et derse, ederim. Ancak bir teknoloji girişimcisi olarak ticari alanım eğitim medyası. Burada alınacak her karar, toplumda beni ilk etkiler diye doğrudan karşılabileceğim ihtimalleri de öngörerek fikrimi paylaştım. Yapısal reform, üretim ekonomisi diyoruz. Eğitim rekabetçi olacak elbet.
Ancak eğitim sisteminin de buradaki rolü anlaşılmalı ki bu edilgenlikten çıkılsın. Ya da politika değişmeyecek, eğitim sistemi değişecek. Bu ülke büyük başarıları hak ediyor!
Sevgilerimle,
Kani
#Büyüme, #PozitifDüşünce, #Ekonomi, #Eğitim, #YanlışEğitimPolitikaları, #Startup, #TeknolojiGirişimi, #Adalet, #Üretimsizlik, #YüksekEnflasyon, #İşsizlik, #Liyakatsızlık, #Borçlanma, #BeyinGöçü, #Sanayi, #PaylaşımcıEğitim, #RekabetçiEğitim, #EğitimSistemi, #KöyEnstitüleri, #MilliProgram, #ToplumsalKarakter, #Ekonomikİstikrar, #TeknolojiMerkezi, #MarkaYaratma, #Yatırım, #Sanayileşme, #EğitimSanayisi #Girişimcilik, #İnovasyon, #EkonomikBüyüme, #PozitifBakışAçısı, #EğitimReformu, #YanlışPolitikalar, #TeknolojiYatırımları, #SosyalAdalet, #Sanayi4.0, #DüşükÜretim, #KalkınmaStratejileri, #İşgücüPlanlaması, #YetenekKaçışı, #YerelSanayi, #OrtakEğitimModeli, #KapsayıcıEğitim, #RekabetGücü, #ÇağdaşEğitim, #KöyEnstitüleriModeli, #UlusalProgram, #ToplumsalBilinç, #EkonomikDenge, #YazılımEkosistemi, #Markalaşma, #DoğrudanYatırımlar, #SanayileşmeHamlesi, #EğitimTeknolojileri, #YeniNesilEğitim, #ÜretkenToplum
Comentarios